Page 36 - altınnesil e-dergi yayın
P. 36
Altın Dergi Edebiyat ve Kültür Dergisi
BİR BAÅKA DİL KONUÅAN ADAM
Minibüsün ÅŸoförü “Mühendis Bey sen burda ineceksin!â€, diyerek, aracı durdurduÄŸunda, gözlerim, yılankavi kıvrılıp,
dağı dolanan köy yolunun, dalaşa bahane arayan alımlı çalımlı iki kenar mahalle horozunu ayırma gayretindeki
yerden bitme kadar güçlükle aralandırdığı, görkemli ormanın sonbaharını, ağzı bir karış açılmış, hayranlıkla izliy-
ordu.
İnegöl ilçesi’ne sabah yedi sularında varmıştı otobüsüm. Bizim ordan buraya direkt otobüs yoktur; o yüzden el
mahkûm, önce Eskişehir’e sarkmıştı yolum; ordan da buraya... Küçücük ilçenin, mini minnacık garajında... sabahın
o: kör diyemesem de, uykusuzluktan şaşı şaşı bakan saatinde, yayla çorbasına kaşık salladıktan sonra, beni … Bara-
jı’nın şantiyesine götürecek minibüsün kalkışına kadar ilçeyi şöyle bir turladığımda, küçük yerleşkelerin karakteristik
manzarası karşıma çıkıverdi yine: Kasabayı enlemesine doğrultuda yayan hükümet caddesi ve boylamasına uzatan
şehirlerarası karayolunun geçtiği cadde. Kuşbakışı, haça gerilmiş gibi duran ilçede evler, gâh, öbek öbek olmuş,
söz pişiriyor; gâh, çekilmişler köşelerine, ağlaya sızlaya, taş düşürüyorlar; işte böyle salkım saçak, başıbozuk bir
görünümü var ilçenin. Mevsim, güneşin, ufaktan ufaktan kışkışlandığı; pek yakında, ilaç niyetine aransa, buluna-
mayacağı, kışın bir adım berisi, güzün son demleriydi ben geldiğimde.
Sabahın bu vakti, meydanın kendisine kaldığının haberini çoktan almış ayaz paşa kol gezerken dışarıda; sinirli
kamçısını, nereme rast getirirse şaklatarak, ince ince kıyıyordu ellerimi, yüzümü en çok da kulaklarımı.
Åehir turum bir saat kadar sürmüştü. Kırağı vurmuÅŸ çimler, aÄŸaç yaprakları, hatta yollardaki süprüntüler bile,
güneşin, üzerine elvan elvan menevişler üşüştürdüğü buzdan elbiseleri içinde, masalsı imgeleri andırıyorlardı.
Galiba, evinden gurbete düşünce, yurtsamanın etkisiyle duyarlığı pekleşiyor insanın; bir hâller olmuş gibiydim: Sıla
özlemi, kâğıt parçasının ortasına bırakılan köz gibi, yüreğimi çevreden yöne sinsi sinsi yakıyor, kemiriyor; içimdeki
boşluk da habire büyüyor, semiriyordu. Zaman, çok sürmez tuz basar üzerine yaramın, biliyordum bunu; işte o âna
değin, için için tüterek, yarı esrik yarı ayık beklemek düşüyordu bana da.
Garaja döndüğümde, beni hedefime götürecek minibüs kalkmak üzereydi; gerçi kâhyaya haber bırakmıştım; gecik-
sem, beklerlerdi beni ama, haklarına girmiş olurdum diğer insanların; vaktinde gelmem iyi olmuştu. Valizimi bagaja
koydurup, şoförün yanındaki tekli koltuğa oturdum. Sabahın bu ilk seferinde fazla insan yoktu minibüste. Köylerde
görevli birkaç öğretmen ve benim gibi, zaman şaşkını, iki-üç kişi hariç koltuklar boştu.
“Neyin nesi; kimin fesi†muhabbeti, aracın hareketinden az sonra baÅŸladı. Åoförün, “Arsız mı? UÄŸursuz mu?â€,
sorusunu yönelten bakışları, mühendis olduğumu öğrenince rahatlayıverdi. “Al kelâm-ver kelâm†derken... nerdeyse
can ciğer kuzu sarması olduk sürücüyle. Küçük yerlerin insanı, çoğun, pek anasının gözüdür iyi bilirim; şoför, kıvam
tutup, meyanesi gelmiş samimiyetten istifadelenerek elini nabzıma koydu sözüm ona çaktırmadan; şerbetin şekerini
de ufaktan salıp, “Yolumu†kestirmek için oltayı sarkıtıverdi. Biliyorum: “Dindar†olsam, “MaÅŸallah! Hacımâ€, deyip,
camiyi gösterecek, benle namaza duracak; “Kalender meÅŸrep†olduÄŸumu çaksa, “Eyvallah! Baba erenlerâ€, diyerek,
en yakın işret gâha çekecek minibüsü ve bu lâfazan adamla oturup, fındık üstüne fındık kıracaktık. Baktı ki ne oyum,
ne buyum; “En doğrusunu sen yapıyon mühendis bey: Bu devirde kılcan cumanı, arada bir de... baak sözümü iyi
dinle! –kolumu hafiften dürtüklemeye başlamıştı lâfın burasına gelince- öyle rezillik mezillik çıkartmadan... adam
gibi! AÄŸzının ayarını kaçırmaksızın, demlenicen evinin balkonunda; ben bunu bilir bunu derim; gayrısı yalan!â€, de-
yip, “Orta yolcu†kesiliverdi benle. Hevesini benden iyice aldıktan sonra, zaten ahbap oldukları diğer yolculara dilini
çevirdiğinde, etrafın farkına anca varabilmiştim.
Aracımız ilerleyip, yolumuz deniz seviyesinden yükseldikçe ilçenin göz bayıcı, yavan manzarası değişmeye başladı.
Çalılıklar, kalınlaşıp, ağaca; ağaçlar, kümelenip, ormana; kasaba gittikçe ufalıp, böcek gibi kalınca ayaklarımızın
altında, orman da sıkılanıp, yolun iki yakasına örülmüş, ağaçtan, yekpare bir duvara dönüştü.
Bu sürgit dönüşümü, galiba yalnız ben izliyordum; tek çağrılısı olduğum bir defiledeymişim hissi düşmüştü içime;
üç-beÅŸ dakikaya varmadan kostümünü yenileyip, bambaÅŸka bir kıyafete bürünüveriyordu doÄŸa; “En güzeli bu!â€,
dedirttirmiyordu insana; hepsi benzersizdi çünkü...
Meyveleri, avize benzeri, dalından sarkmış Gilaburu’ların parlak kırmızı ışığının aydınlığında, dumanlı, siyaha
çalan kıyafetiyle Çakal Eriği, şık mı şık Yabangülü Hanımı takmış koluna patikalarda geziniyor; anîden, yılan gibi,
yolumuzdan kıvrıla kıvrıla geçen küçük dereciklerin çevresinde öbeklenmiş böğürtlenlerin yanağından makas alıp,
sevdiğinin dudağına kuş gibi konduruyordu.
Mürverler, Saçlı Meşeler, Gürgenler, bir yanda gezelerken; Akçaağaçlar, Kayınlar, Titrek Kavaklar, öte yanda, nazla-
na nazlana salınıyor; bu cevelânı, tepeye: yangın kulesinin oralara sıram sıram dizilmiş, jölesi bol dimdik saçlı Gök
narlar, Lâdinler, Kızıl Çamlar... ıslıklayıp, aynayla işmar çekerek, uzaktan uzaktan, dikizliyorlardı. Yaklaşmak ha!...
Hele bir deneye görsünler! Devanasından boyluca, yarım dünyadan enlice; sıkıntıya hiç gelemediğinden, etrafı fır-
36